ANA-BABA SORUMLULUKLARI
“İbrahim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Yakup da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. Öyleyse O’na teslim olmuş müminler olarak can verin. Yoksa Yakup son nefesini verirken siz orada mıydınız? O sırada Yakup, oğullarına “benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” dedi. Onlar da: “Senin ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın İlahı olan tek tanrıya kulluk edeceğiz; biz sadece ona teslim olduk” demişlerdi” (Bakara 132-133).
Hz. İbrahim, bu dini kendi çocuklarına ve dolayısıyla sonraki nesillere de vasiyet etmiştir. Bu ayetlerde O’nun torunu ve “Hanif” (tertemiz, duru) dininin diğer bir temsilcisi olan Hz. Yakup’un da kendi oğullarına aynı vasiyeti tekrar ettiği, tevhit inancından sapmamalarını emrettiği; onların da tevhit geleneğini yaşatacaklarına dair söz verdikleri bildirilmektedir. Kuran-ı Kerim’in birçok yerinde, Hz. Muhammed’in getirdiği din ile Hz. İbrahim ve diğer hak peygamberlerin getirdikleri dinlerin aynı ilâhî hakikatleri içerdiği bildirilmekte; hatta bu surenin 135’inci ayetinde Müslümanlara, “Biz, Hanif olan İbrahim’in dinine uyarız” demeleri emredilmektedir. 132’inci ayetin son cümlesinden de anlaşılacağı üzere; Hz. İbrahim’in ve Hz. Yakup’un, oğullarına vasiyet ettikleri din de, genel anlamda İslâm’dan başkası değildi.
Bir baba, ölene kadar çocuklarına eğitim vermeli, onların manevi dertleriyle ilgilenmelidir. Kuran’da bildirildiğine göre; Hz. Nuh çocuğunu zorlayamadı, çocuğu kâfir olarak öldü. Hz. İbrahim, çocuklarının namaz kılması için Allah’a dua ediyor: “Yarabbi beni namaza devamlı kıl, neslimi de namaza devamlı kıl…” (İbrahim 40) diyor. Koskoca İbrahim Peygamber, Allah’a böyle yalvarıyor.
Ölümle hayat durduğu gibi; yapılan hayırlar da, günahlar da sona erer. Ancak ilahi hikmetin bir sonucu olarak bazı işlerin sevabı, bazı işlerin günahı ölümden sonra da devam eder. Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye (hayır ve hasenat), istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat” (Müslim, Tirmizi).
“Yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip olma” anlamına gelen fıtrat; insanın, yaratılışındaki bu özü ifade eder. “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar” (Buhari, Müslim) diyen Allah Rasûlü; ırkı, soyu, cinsiyeti ne olursa olsun, her insanın bu mükemmel yaratılışla Allah’a inanma potansiyeliyle dünyaya geldiğini anlatmaktadır
“Uğrunda uykusuz kaldığım, kendisi için her şeyimi feda ettiğim evladım mı beni Allah’a şikâyet edecek” demeyin! Allah ve Rasûlü’nden uzak yetiştirilen evlatların, şikâyetçi olacakları ayeti kerimelerde şöyle bildirilir: “Yüzleri ateşe çevrildiği gün, “Keşke Allah’a itaat etseydik, Resulü dinleseydik” diyecekler ve ekleyecekler: “Rabbimiz! Biz, efendilerimizi ve büyüklerimizi dinledik, onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük lanete uğrat” (Ahzâb 66-68)…
Çocuklar, her şeyin gerçek sahibi olan Allah’ın, insanlara lütfettiği en güzel ama şükrü en zor nimetlerden biridir. Her biri, ebeveynlerine verilen ve zamanı geldiğinde geri alınacak olan birer emanettirler. Anne ve baba, çocuklarının terbiyesinden hem Allah’a, hem de topluma karşı sorumludur.
Allah’ın en değerli emaneti olan çocukların, anne ve babaları üzerinde bir takım hakları vardır. İslam’a göre bu haklar, anne ve baba daha evlenmeden önce başlamaktadır. Yani kişi, evleneceği, neslini devam ettireceği eşini seçerken dikkatli davranmalı ve eşini itinayla seçmelidir. Çünkü en değerli varlığı olan çocukları, ondan dünyaya gelecek ve aynı zamanda da çocukların yetişmesinde büyük rolü olacaktır. Anne, çocuğuna hamile olduğu süre içerisinde; yediğine, içtiğine ve bütün davranışlarına dikkat etmek zorundadır. Çocuk dünyaya geldikten sonra ilk yapılması gereken, kulağına ezan ve kamet okuyarak, ona uygun bir isim koymaktır. Ezan ve kamet, çocuğa yapılan ilk iman telkinidir.
Anne babalar, çocuklarını sadece yedirmek, içirmek, giydirmekle görevli değildir. Aynı zamanda onların iyi bir eğitim almasını sağlamakla da görevlidirler. Aile fertlerine İslami terbiye verildiği takdirde; onların hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ulaşmaları sağlanmış olur. Bu konuda Hz. Peygamber’in; “Hiçbir anne-baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamıştır” (Tirmizi) uyarısını dikkate almalıyız! Evlilik çağına gelen çocuklarını iyi bir eşle evlendirmek de, ebeveynin görevleri arasındadır.
“Mal ve çocuklarınızın sizin için birer imtihan olduğunu ve büyük mükâfatın Allah katında bulunduğunu bilin” (Enfâl 28) ayet-i kerimesiyle de, Yüce Yaradan bizi uyarmaktadır. “Aile fertlerine namazı emret, kendin de bunda kararlı ol! Senden rızık istemiyoruz; asıl biz seni rızıklandırıyoruz… ” (Taha 132) ayet-i kerimesi uyarınca Hz. Peygamber, evlendirdiği kızına bile namazı emretmiştir. Bu ayet-i kerimenin inişinden sonra, her sabah Fatıma ve Ali’nin evine gider ve namaza kalkmaları için onlara seslenirdi.
İnsanın servete ve evlâda olan düşkünlüğü, bazen ilâhî emirlere uyma konusunda onu zor duruma düşürebilir. Ancak, Allah’a itaatte sebat edenler, imtihanı kazanmış olurlar. Mal ve mülk, Allah rızasına uygun harcandığı zaman kıymetlidir ve sonu mutluluktur. Evlat da, Allah yolunda yetiştirildiği zaman sadaka-i cariye (ölümden sonra da amel defterine sevap yazdıran sadaka) olmaktadır. Gerek malda, gerek evlatta, bunun tersi olduğu zaman sonu hüsrandır, acı ve pişmanlıktır.
Kâinattaki hiçbir varlık ve oluş yüce Allah’ın hükümranlığı dışında düşünülemez. İnsanlar için büyük önem taşıyan çocuk sahibi olma ve çocuğun cinsiyeti konusunda, insan irade ve çabasının ürünü gibi görünen sonuçların da, gerçekte ilâhî iradeden bağımsız olmadığı ve Allah Teâlâ’nın koyduğu yasalar çerçevesinde gerçekleştiği asla göz ardı edilmemelidir. İster kız, ister erkek cinsinden olsun, doğan her çocuk Allah’ın bağışı ve armağanıdır. Kız ve erkek çocuğun her ikisine birden veya sadece kız çocuğuna ya da sadece erkek çocuğuna sahip olmak da; çocuk sahibi olamamak da ilâhî iradeye bağlıdır. Bu nedenle çocuk sahibi olma veya olamama, kız veya erkek çocuğunun dünyaya gelmesi insanlar için bir övgü veya yergi konusu olmamalıdır. (bk. Şûra 49-50).
Kulun görevi; çocuk sahibi olmuşsa, bu armağanı veren Allah’a şükretmek, istediği veya gerekli meşru sebeplere başvurduğu halde çocuk sahibi olamamışsa da sabretmektir. İnsanın çocuk sahibi olmayı ve bunun mutluluğunu yaşamayı arzu etmesi doğaldır ve din bunu kınamaz. Fakat ister bu konuda, ister başka konuda bir kimsenin gerçekleşmesini arzuladığı bir sonucu kendi hayatı ve mutluluğu için vazgeçilmez görmesi hatalıdır. Bu durum; kendisi için neyin iyi veya neyin kötü olduğunu, daha çok kendisinin bildiği iddiasında bulunması gibi bir anlam taşır. Böyle bir tutumun yanlışlığı ve ilâhî takdire rıza göstermeme anlamı taşıdığı ise açıktır. Bu yanlışlığa düşülmemesi için Kuran’ın yaptığı uyarılardan biri de şöyledir: “Hakkınızda hayırlı olduğu halde, bir şeyden hoşlanmamış olabilirsiniz. Sizin için kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmış da olabilirsiniz. Yalnız Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara 216). Çocuk sahibi olamayan kişinin, hayatını karartması yerine, meselâ kimsesiz çocuklarla ilgilenmenin mutluluğunu yaşaması ve bunun ecrini Allah’tan beklemesi daha akılcıdır.
(Yararlanılan Kaynaklar: TDV Kuran Yolu Tefsiri, Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı-Kuran’ı Anlamak, Mustafa Karakuş-Ebeveynin Çocuklara Karşı Görevleri, Abdülaziz Kıranşal-Çocuklarınızın Sizi Allah’a Şikâyet Edeceği Gün)
Hazırlayan: Bahtiyar Budak-Emekli Edebiyat Öğretmeni