Diğer Haberler Makaleler 

HAYAT VE ÖLÜM

İnsan, var olduğundan beri; nereden geldiğini, nereye gideceğini ve sonunun ne olacağını sorgulamış ve merak etmiştir. Her varlığın mutlaka bir yaratılış hikmeti vardır. İnsan niçin yaratılmıştır ve bizi yaratan yüce Allah, acaba neyi murat etmiştir? Bu ve benzeri sorular her zaman insanoğlunun zekâsını meşgul etmiştir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da tarih boyuncu filozoflar bizleri aydınlatmaya çalışmıştır. İnancımız gereği; Allah’tan geldiğimize ve yine O’na döndürebileceğimize, kendi irademizle yaptıklarımızdan sorumlu tutulacağımıza
inanırız. “Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzura geleceksiniz.” (Ankebût 57)

       Prof. Dr. Mehmet Okuyan’a göre; “Kuran-ı Kerim, insanların yaratılış gayesini beş grupta ele alır: Allah’a kulluk etmek (Zâriyat 56), imtihan olunmak (Mülk 2), Allah’a dua etmek (Furkan 77), Allah’a şükretmek (Bakara 152) ve Allah’ın merhametinin tecellisi olmak (Hûd 119) içindir.

       Ölüm, bir son olmayıp madde âleminden madde ötesi âleme geçiştir. İnsan, ölüm denen olayla bedenini terk ederek, mezarda veya mezar dışında ruhuyla yaşamına devam eder. Yani ölüm, madde bedenle yaşamın sona erip ruh bedenle devam etmesidir. Allah’ın, şerefli bir varlık olarak yarattığı insan (Tîn 4), ölümle yok olup gitmez. Ölüm, fâni âlemden, bâki âleme geçiştir. Yaşamı boyunca kişinin beyninden geçen tüm faaliyetler ruha yüklenmiş olduğu için, kendisinde hiç bir değişiklik hissetmeden, bedende olduğu gibi ruh boyutunda yaşamına
devam eder.

       Ölmüş bir kişinin ruhuna, beyin dalgalarınızla dua gönderebilirsiniz. Şayet o kişi dünyada iken o tür bilgiler almış ise, yolladıklarınızı değerlendirebilir. Yaşamında, Allah ve Rasulünün emirlerini dikkate almayan insanların, bu enerjiden faydalanmaları mümkün değildir. Evinizin elektrik tesisatını, evinizin yakınından geçen elektrik akımına bağlarsanız, evinizi elektrikle aydınlatabilirsiniz. Aksi takdirde, evinize en mükemmel tesisatı yapsanız bile, ana direkten akım alamadıkça, elektrikten yararlanamazsınız.

       Ölmüş bir insana dua etmenin hiçbir faydası olmadığını ileri sürenler varsa da, çoğunluk bunun aksini söylemektedir. Ölen bir insana duanın faydası olmasaydı, dua niteliğinde olan cenaze namazı emredilir miydi? Ancak, dünya hayatını, Allah ve Rasulünün gösterdiği yoldan uzak geçirenlerin mezar yaşamı, otomatik olarak kâbusa dönüşebilir. Uyanılması mümkün olmayan bu kâbus, dini terminolojide “kabir azabı” diye anlatılmıştır.

       Müslüman olarak en büyük amacımız, Allah’ın emir ve yasaklarını dikkate alarak hayatımızı devam ettirmek ve Allah’a, Müslüman olarak can verebilmektir. Beşer olarak, birtakım günah bataklığına düşmüş olabiliriz. Hata yapmayan veya hiç günah işlemeyen insan var mıdır ki? Önemli olan, hatamızı anladığımız anda pişman olmak ve aynı hatayı bir daha yapmamaya özen göstermektir. Çünkü Müslüman, hatasında ısrarcı olmaz!

       Cahit Sıtkı Tarancı “Otuz Beş Yaş” şiirinde ölümü şöyle tarif eder: “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanmadın olacak / Kim bilir, nerede, nasıl kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında…” Şairin dediği gibi, ölümün nerede ve ne zaman geleceği belli değildir. Onun için Müslüman, “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için” çalışmalı ve her an ölüme hazır olabilmelidir.

       Âşık Veysel, “Uzun İnce Bir Yoldayım” adlı şiirinde dünyayı, iki kapılı bir hana; insanı da, bu handa konaklayan yolcuya benzetmiştir. Dünyaya geldiği anda “ömür” denen bu hayat yolunda gece-gündüz, hatta uykuda bile yürüdüğünü; yani hayatın çok kısa olduğunu belirtir.

Ayet-i kerimede; “Azap size gelip çatmadan önce rabbinize yönelip O’na teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz. Hiç farkında olmadığınız bir sırada azap ansızın başınıza gelmeden önce rabbinizden size indirilen en güzel hükümlere uyun” (Zümer 54-55) buyurarak Yüce Allah bizi uyarmaktadır.

       “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar” ilkesiyle geldiğimiz bu dünyada; Müslüman olarak yaşayabilmek ve Allah’a böylece can verebilmek en büyük hedef olmalıdır. Yüce Allah, iman edenleri bu konuda da uyarmıştır: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gereği gibi saygılı olun ve ancak Müslüman olarak can verin.” (Âli İmran 102) Peygamberlerin ve salih kulların da bu konuya önem verdiklerini Allah bize ayetleriyle bildirmektedir: “İbrahim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Yakup da. “Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. Öyleyse O’na teslim olmuş müminler olarak can verin. (Bakarsa 132) “…Dünyada da ahirette de beni yönetip himaye eden sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni salihler arasına kat.” (Yusuf 101)“…Ey rabbimiz! Bize sabırlar ver ve Müslüman olarak canımızı al!” (Araf 126) vb.

       Vakıa suresinde, ikisi iyi, biri kötü olan üç tip insanın ölümü şöyle anlatılmaktadır: “Ama can boğaza dayandığında, işte o zaman siz bakar durursunuz. Biz ona sizden yakınız, fakat siz göremezsiniz.” (Vakıa 83-85) “Şayet o, Allah’a yakın olanlardan ise; ona huzur, güzel nasip ve nimetlerle dolu cennet vardır.” (Vakıa 88-89) “Eğer o hakkın ve erdemin yanında olanlardan ise (ona şöyle denir:) “Selam sana ey hakkın ve erdemin yanında olan kişi.” (Vakıa 90-91)“Ama yoldan sapmış inkârcılardan ise, onu da kaynar sudan bir ziyafet ve atılacağı cehennem ateşi beklemektedir.” (Vakıa 92-94)

        Müslüman, ölüme hazır olur; ama ölümden korkmaz. Çünkü ölümün, gerçek âleme geçiş ve sevdiklerine kavuşma anı olduğunun bilincindedir. Tıpkı Mevlana gibi… Mevlana, ölümü “şeb-i arus” (düğün gecesi) olarak vasıflandırmıştır. Ona göre ölüm, asla “yok olmak” değildir; aksine, binlerce eşe-dosta kavuşma ve onlarla birlikte olma vesilesidir.

       Necip Fazıl Kısakürek de, “Ölüm güzel şeydir, budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber” diyerek, ölümün güzelliğinden söz eder. Yahya Kemal Beyatlı da, “Sessiz Gemi” adlı şiirinde; dünya hayatını bir gemiye, insanı da yolcuya benzeterek şöyle der: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan / Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan / Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol / Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol…”

       “Zaman” dediğimiz olgu, görecelidir; yani kişiden kişiye göre değişebilir. Örneğin, sağlıklı bir insan ile rahatsızlığı olan bir insanın, akşamdan sabaha geçirdiği süre zaman dilimi olarak aynı olmasına rağmen, zamanın geçişi bakımından farklıdır. Birinde çabuk geçen zaman, diğeri için çok uzun bir süre olabilir. Aslında hayatın çok kısa olduğunun hepimiz farkındayız. İnsan kaç yaşında olursa olsun, yaşadığı anı bilir; geçen geçmiştir ve geçmiş günler artık onun için bir hayal gibidir. Öyle ise, yarın pişman olacağımız davranışlardan kaçınmak ve Allah’ın
razı olacağı bir hayatı yaşamaya gayret etmeliyiz.

       Kuran-ı Kerim’de, insan hayatının kısalığı hakkında pek çok ayet vardır: “… Bilinmeli ki, rabbiniz katındaki bir gün, sizin saymakta olduklarınızın bin yılı gibidir.” (Hac 47) “Allah: ”Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” diye sorar. “Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık. İşte saymakla görevli olanlara sor” derler.” (Müminûn 112-113) “Kıyamet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (Naziat 46)

       Mustafa Asım Köksal’ın yazdığı ve Diyanet Vakfının yayımladığı “Peygamberler Tarihi” adlı eserin, Hz. Âdem ilgili bölümünde şöyle denir: “Âdem Peygamber, cennette ikindi ile güneşin batışı arasındaki zaman kadar kalmıştır. Bu süre dünya günlerinden 130 yıla eşittir.”

       (Yararlanılan Kaynaklar: TDV Kuran Yolu Tefsiri, Ahmet Hulusi–Ruh, İnsan ve Cin)

       Hazırlayan: Bahtiyar Budak-Emekli Edebiyat Öğretmeni

En son Haberler