Diğer Haberler Son Dakika 

MÜSLÜMAN TEVAZU SAHİBİDİR

Tevazu, “alçakgönüllü olmak” demektir. Böylelerine, “mütevazı insan” denir. Tevazu sahibi kişiler, başkalarını hor ve hakir görmezler, arkadaşları arasında büyüklük taslamazlar. Vakar ise, ağırbaşlı olmak demektir. Müslüman hem mütevazı, hem de vakarlı olmalıdır.

Tevazuun karşıtı, kibirdir. “Büyüklük” anlamına gelen kibir, kişinin kendini üstün görmesi ve başkalarını aşağılayıcı davranışlarda bulunması demektir. İnsanın kendinde büyüklük görmesi, her şeyden önce Allah’a karşı büyük bir saygısızlıktır. Bu yüzden pek çok ayette büyüklük taslayanlar, ağır biçimde eleştirilmiş; İblis’in, Allah katından kovuluşunun asıl sebebinin kibre kapılarak başkaldırması olduğu bildirilmiştir. Gurur, “manevi açıdan değersiz sayılan şeylere aldanıp onlarla avunmak” anlamında kullanılan bir ahlâk terimidir. Türkçede, “kendini beğenme, böbürlenme, kibir” manasında kullanılmakta olup bu tür duygular taşıyan kimseye de “mağrur” denilmektedir.

İman ve ibadette olduğu gibi, ahlâk konularında da bir eğitim rehberi olan Kuran-ı Kerim, “…Müminlere karşı da alçakgönüllü ol!” (Hicr 88) buyurarak, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) şahsında, O’nun yolundan giden müminleri eğitmekte ve en güzel ahlâka özendirmektedir. Alçakgönüllü olmak, ilahi kudret karşısında acizliğinin farkına varmak demektir. Tüm yaratılanlara şefkat ve merhamet göstererek incitmekten sakınmaktır. Erdemli ve bilgili kimselere bakıldığında; onların kibirden uzak, mütevazı, alçak gönüllü ve ağırbaşlı olduğu görülecektir.

“Kibir ve gösterişten uzak olma” anlamına da gelen tevazu, bir Müslümanın sahip olması gereken güzel hasletlerden biridir. Kuran-ı Kerim’in bazı ayetlerinde, Cenâb-ı Hakk’ın, böbürlenip büyüklük taslayanları sevmediği (Nisa 36, Nah 23, Lokman 18, Hadid 23) belirtilmiş; kendi aczini ve faniliğini unutarak gurura kapılanlar da şöyle uyarılmıştır: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin!” (İsrâ 37).

Bizim için en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimiz, ömrü boyunca sade ve gösterişten uzak bir hayat sürmüştür. Kendi yaşantısıyla tevazuun en güzel örneklerini vermekle kalmamış, bu konuda Müslümanlara da uyarılarda bulunmuştur. Daha iyi imkânlara sahip olduğu Medine döneminde bile, bu mütevazı yaşantısında bir değişiklik olmamıştır. Her zaman insanların en alçakgönüllüsü olmuştur. O, hastaları ziyaret eder, cenazelere katılır, elbisesini yamar, eşlerine yardım ederdi. Bir meclise girdiğinde insanların kendisini ayakta karşılamasını istemezdi. Çocukların yanına gider ve onlara selâm verirdi. İmam Gazali, Hz. Ömer’in, Rasûlüllah’ın tevazuunu dile getirdiği rivayeti şöyle nakleder: “Ey Allah’ın Resulü! Eğer sen yalnız emsalinle oturup kalksaydın, sohbetine nail olamazdık. Denginden başkasıyla evlenmeseydin, aramızdan biriyle evlenmezdin. Yalnız emsalinle yiyip içseydin, soframıza oturmazdın. Hâlbuki sen bize arkadaş oldun, bizden eş aldın, bizimle yiyip içtin, sıradan elbise giydin, yer sofrasında yemek yedin!”

En güzel mütevazı örneği sergileyen Hz. Peygamber (s.a.s), gelenlere ikramda bulunur, konuklarını kendisi ağırlardı. Bundan dolayı, arkadaşlarıyla otururken gelen bir yabancı, “Hanginiz Muhammed?” diye sorma ihtiyacını duyardı. O, alçak gönüllülük göstererek sahabilerden kendisine de dua etmelerini isterdi. Hz. Ömer diyor ki: “Bir gün Rasûlüllah’tan umre için izin istemiştim. Bana izin verdi ve “Sevgili kardeşim, bizi de duadan unutma!” buyurarak bana öyle güzel bir söz söylemiş oldu ki, onun yerine bütün dünya benim olsa o kadar sevinmezdim” (Ebu Davud).

Mütevazı bir mümin, bütün nimetlerin asıl sahibinin Yüce Allah olduğunun bilincindedir. Sahip olduğu her bir nimetin, aynı zamanda kendisinin bir imtihanı olduğunun da farkındadır. Mümin, elindeki bütün imkânları, Allah’ın rızasını kazanmak için seferber eder. Makam ve mevkii, şöhret ve zenginliği ne olursa olsun, kendini diğer insanlardan farklı bir konumda görmez. Allah katında üstünlüğün ancak takvada olduğuna inanır. Mümin, tevazu içinde bir hayat yaşamakla yükümlü olduğu kadar, kendisinin ve Müslüman kardeşlerinin şeref ve haysiyetini korumakla da görevlidir.

Kibir ne kadar kötü ise, tevazu da o kadar iyidir. Tevazu sahibi olabilmek için dünyaya niçin gelindiğini, nereye gidileceğini iyi bilmek gerekir. Kibirli insan kimseye danışmaz, soru sormaz; her şeyi kendisinin bildiğine inanır. “O kimdir ki ona sorayım!” gibi düşüncelere kapılır. Hoşumuza giden davranış sergileyenlere, övgü anlamında “Seninle gurur duyuyorum” deriz. Aslında bu gurur değil, iftihardır. Bu tür durumlarda, “Seninle iftihar ediyorum” demek, daha uygun olacaktır.

Gurur, kendini beğenmek; kibir ise, kendini başkalarından üstün görmektir. Birbirinden ayrılmayan bu iki çirkin huy, dünyada huzursuzluk, ahirette ise azap sebebidir. Gurur ve kibrin tarihi; İblis’ten başlayarak Nemrutlar, Firavunlar, Karunlar ve Ebu Cehiller gibi nice ahmakların âleme ibret olan sonuçlarının bir sergisi mahiyetindedir. Kuran-ı Kerim’de, kibrin ilk temsilcisi olarak İblis gösterilmektedir. Yüce Allah’ın, “Âdem’e secde edin” emri karşısında büyüklük taslamış, neticede bu kibri onu küfre sürüklemiştir. (bk. Bakara 34, Sâd 75). Nemrut da, Hz. İbrahim’in tevhit davası karşısında kibre kapılarak, ilahlık taslamaya kalkmıştı. (bk. Bakara 258). Firavun, vezirine “Bana yüksek bir kule yap ki, şu Mûsâ’nın Rabbini araştırayım” diyecek kadar küstahlaşmıştı. (bk. Mümin 36). Ebu Cehil ve benzerleri de Hz. Peygamber’in nübüvvetini vicdanen kabul ettikleri hâlde, gururları sebebiyle inkâr yolunu seçmişlerdi.

Mümin kibirlenmez ama izzetini de hiçbir zaman yere düşürmez. Mümin gerektiği yerde tevazu, gerektiği yerde izzet ve onur sahibidir. “Kibre karşı kibir sadakadır” sözü; müminin, mümin karşısındaki duruşunu değil; kâfir karşısındaki duruşunu tanımlamaktadır. Yani mümin, kâfirin kibrine kibirle, heybet ve azametle cevap verir. Fakat müminden kibir de görse, ona kibirle karşılık vermez ve mümine karşı tevazudan ayrılmaz. Kibre karşı kibirli olmak, bir naziredir, günah değildir. Mesela, temsil makamında olan kimselerin karşısındaki kişi, bacak bacak üstüne atmışsa, o da atabilir. Bu davranış, kibir değildir.

Özet olarak, gerçek Müslüman’ın ruhunda haset yoktur, takdir vardır; kıskançlık yoktur, gıpta ve imrenme vardır; gurur yoktur, tevazu ve vakar vardır…

       (Yararlanılan Kaynaklar: TDV İslam Ansiklopedisi, Şamil İslam Ansiklopedisi, TDV Kuran Yolu Tefsiri, Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal-Tevazu İnsanı Yüceltir)

       Hazırlayan: Bahtiyar Budak–Emekli Edebiyat Öğretmeni

En son Haberler