Diğer Haberler Son Dakika 

NAMAZDAKİ RÜKUNLAR VE SAĞLIK

Kıyam, huzuru İlahide, ayakta direk veya sırık misali gibi dimdik durmak değildir. Kıyam ifadesinden; baş ve boyun tevazu ile hafifçe öne eğilmiş, gözler ellere veya göğüsteki bir noktaya sabitlenmiş vaziyette el pençe divan durarak, Kuran okuma anlaşılmalıdır. Hafifçe öne eğik pozisyonda, uzun süreli duruşlarda; sırt adaleleri ve bağları hafifçe gergin ve aktif çalışır vaziyette olur. Bu hal, farkında olmadan yapılan hafif yollu bir sırt ve boyun egzersizidir. Romatoid spondilit benzeri bel hastalıklarına bir önlem olarak algılanabilir. Rükûa varıldığında bu gerginlik maksimum düzeyde artacaktır. Yine özellikle uzun süreli kıyamlarda başta uzun kemikler olmak üzere, iskelet sistemi üzerine bedenin ağırlığı ve stresi biner. Böylesine stresler de, ilgili kemikleri güçlendirir. Bu durum, kemik erimesine ve küçülmesine karşı aktif bir koruma sağlar. Peygamber Efendimiz (s.a.s); cemaate kıldırdığı sabah namazlarında ve kendi başına kıldığı nafile namazlarında kıyamda okumayı uzatırdı.

Rükû, sünnette tarifini şöyle bulur: “Hz. Peygamber, rükûa varınca, sırtını dümdüz tutardı” (Buhari). “Öyle ki, üzerine su kabı konsa, dökülmezdi” (İbn-i Mâce). Neden? Öylesine eğilmenin öncelikli hikmet ve maksadı, kulluğun gereği olarak Rabbin önünde tazim ile eğilmektir. O’nu her konumda tesbih etmek ve secdeye hazırlanmaktır. İki büklüm katlanarak eğildiğimizde, boyun ve sırt kasları, bütün iskelet sistemi ve bağlantıları; maksimum düzeyde gerilirler, ciddi derecede antrene (antrenmanlı) olurlar. Bu yüklenme, kısa bir ara kıyam için doğrulurken daha da artar. İlgili kas, iskelet ve tendon sistemleri, bu şekilde, günde 40 defa antrene olurlar. İyi ki kıyamlarımız ve rükûlarımız var. Aksi halde ve hele de fiziksel aktivitenin olmadığı bir hayat yaşıyorsak; kısa zamanda sırt kaslarımız erir, bel mafsallarımız kireçlenir ve ağrılar başlardı. Belli bir yaştan sonra da belimizi doğrultamaz hale gelirdik. Tekrar hatırlatmakta fayda var; Kuran ve namazın hiçbir rüknü tek boyutlu değildir.

Secdeden öncelikli mana ve maksat, Rabbimizin en sevdiği şekil ve konumda O’na münacatta bulunmaktır. Hz. Peygamber, secdelerini daima rükûdan uzun yapardı. Bazen çok çok uzatırdı ve farklı tesbihat yapardı. Bazı gece namazlarında Bakara, Nisa ve Al-i İmran gibi uzun sureleri bir arada okur ve aralarında da dua ve istiğfarlar yapardı. Bunların ardından secdelerini de kıyamına yakın miktarda uzatırdı. Secdede elleri ile yeri kavrar; sırtını ve dirseklerini dik tutardı, karnını sarkıtmazdı. Gözlerini asla kapatmaz, burun ucuna bakardı. Secde eylemini Rasûlüllah çok dinamik biçimde yapardı. Alın ve burnunu, horozun gagalaması gibi değil, dikkatle ve yavaşça yere koyardı.

Biz, olaya hekimlik açısından bakınca, neler görebiliriz? Secde eyleminde, göz ve iç kulaktaki denge organları, beyincik, asıl beyin ve bunlarla ilgili tüm hatlar ve tüm bağlantılar, koordineli bir şekilde devreye girerler. Beyine maksimum düzeyde kan pompalanır. Secdeler tekrar ettikçe bu sistem tekrar tekrar antrene olur, karmaşık dengeler korunur. Secde tecrübesi olmadan yaşlanmış olanlarda elbette sorunlar yaşanır.

Secdelerde kalp seviyesinden bir karış aşağıya indirilen beynimize maksimum düzeyde kan hücum eder. Böylece beynin oksijenlenmesi ve beslenmesi artar. Ara sıra, Peygamber Efendimizin yaptığı gibi secdeleri uzattığımızda, bu hemodinamik değişimi; bir kafa şişmesi şeklinde hissederiz. Çünkü bütün kafa içi ve kafa dışı damarlar maksimum düzeyde kanla dolar ve gerilir. Bu sayede beyin damarlarının elastikiyeti artar. Bu da, ileri vadede, beyin kanaması riskini azaltır.

Namaza geç başlayanlarda, burun tıkanıklığı olan hastalarda veya şişmanlarda; ilk seanslarda secde uzun tutulursa, kafaya, burun içindeki damardan hücum eden kan ile hava yolları sıkışır, nefes zorlanır. Eğer kişi sabreder ve bu eylemi sık sık tekrar ederse, zamanla bu pozisyonlara alışır; hatta tıkanık burnun, secdelerden sonra güzelce açıldığını fark eder.

Tahiyatta ise dizler sıfır derece katlanarak, bacaklar üzerine oturulur. Alışmayanlar için bu biraz zorlu bir oturma şeklidir. Çünkü kaslar, damarlar, sinirler, eklem aralıkları ve kemikler maksimum düzeyde sıkışır ve masajlanır. Tahiyattan kalkışlarda ise, bu sistem bir başka dinamik egzersizle zorlanır ve rahatlatılır. Namaz vesilesi ile erken yaşlarda başlanan bu şekil diz üstü çökmeler ve doğrulmalar; ilerde diz ve ayak bileklerinde oluşabilecek diz eklemi romatizmalarından korunmada ve menüsküs yırtılmalarında önleyici etkisi bulunmaktadır. Ayrıca ilerde toplardamar ve atardamarlarda gelişebilecek damar tıkanıklarından ve yaygın şişliklerden önemli ölçüde korumaktadır. Çünkü oturuşta, toplardamar sistemi maksimum düzeyde pompalanır. Kıyam benzeri ayakta durmalarda durağanlaşan venöz kan ve bir kısmı damar dışına kaçarak ödeme neden olan kan serumu; geriye, kalbe pompalanır.

Tahiyattan kalkışlarda da, başta diz eklemi olmak üzere, bütün kas iskelet sistemini en üst düzeyde antrene olur. Tahiyatta, yine gözler, şehadet parmağına sabitlenerek gözlerin iç ve dış kasları ve mercekleri uyuma zorlanır. Hz. Peygamber (a.s.), sol elini sol dizi üzerine yayar, sağ elinin ise parmaklarını kapatarak şahadet parmağı ile kıbleye işaret ederdi. Gözleri ile de ona bakardı. (bk. Müslim)

Selam verirken ise gözler son kez omuzlara sabitlenir. Böylelikle, namaz boyunca göz kasları, irisler, göz bebekleri, göz mercekleri sürekli en aktif pozisyonda tutulmaya zorlanır. Böylece, katarakt hastalığı gibi bazı göz kusurları önemli ölçüde önlenir. Selam verirken, namazdan çıkarken bile gözler omuz başlarına sabitleştiriliyor ve kapatılması menediliyor. Neden? Gözler uyursa, beyin de uyur. Oysa namaz, hele de secdeler; en uyanık olunması gereken zamanlar ve mekânlardır. Namaz bir derin bilinç halidir.

Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Hz Peygamberin namaz kılarken şu üç şeyi yasakladığını görüyoruz: “Horozun yem topladığı gibi namaz kılmayın, köpek oturuşu gibi oturmayın, tilkinin bakındığı gibi sağa sola bakınmayın!” Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste ise, Hz Peygamber, namaz kılarken göğe doğru gözünü dikmeyi yasaklamıştır: “Namazda göğe doğru bakan insanlar bundan vazgeçsin. Aksi takdirde, gözleri onlara geri dönmez (Başka bir rivayette, “gözleri kör olur”)!”. Bütün bunların, tıbben anlamı şu olsa gerek: Namaz içinde veya dışında iken, yakına sabitlenmeyip boşluğa veya uyumaya bırakılan gözün, bütün kas ve mercekleri ziyadesiyle pasif konumda demektir. Göz merceği, günün çoğu vaktini boşluğa bakar konumda geçirirse, hem iris ve diğer kaslar zayıflayabilir, hem de göz merceği içindeki jelimsi sıvının kalitesi bozularak katarakt gelişebilir. Yani göze perde inebilir. İşte bu noktada bir dini rükün, hem huşu, hem de şifa nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Demek ki gözler; uyanıklığın da, uykunun da, beynin de aynasıdır. Mümin için, kulluk için, okumak ve tefekkür etmek için sağlam bir beyin ve sağlam bir çift göz elbette önemlidir.

       (Kaynak: Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Nihat Bengisu-Abdest ve Namaz Üzerine)

       Hazırlayan: Bahtiyar Budak-Emekli Edebiyat Öğretmeni

En son Haberler