Diğer Haberler 

İLM-İ LEDÜN (BÂTIN İLMİ, GAYB İLMİ)

        Ledün ilmi, gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı manevi kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilimdir. Allah’ın, dilediği kullarına verdiği bu ilim, olayların arkasındaki sırları ve gayb bilgilerini bilme yetisi olarak da tanımlanır. Kehf Suresi’nin 65’inci ayetinde yüce Allah’ın seçkin kullarından birine, katından bir bilgi verdiği ve bu özel bilgiye, ona arkadaş olan Musa’nın vakıf olmadığı anlatılmaktadır. İslâm Dininin, hukuk ve ibadet ilmine, “zâhir ilim”; hakikat ilmine de “bâtın ilim”, yani “ilm-i ledün” denir. Birincisi, çalışmayla elde edilir; diğeri, Allah’ın hidayetine ve lütfuna bağlıdır. Bâtın ilim, çalışmayla elde edilemeyeceği gibi, çalışmadan da olmaz. Kendi çabasıyla Allah’ın lütfu birleşecek ki, kulda bu bilgi oluşsun.

        “Derken, kullarımızdan birini buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve ona nezdimizden bir ilim (ledün ilmi) öğretmiştik” (Kehf 65). Bu ayet-i kerimedeki, “Ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik” mealindeki cümle, Hızır’a öğretilmiş olan ilmin özel bir ilim olduğunu ifade eder. Tefsirciler, bunun “gayb ve sır ilmi” olduğunu söylemişlerdir. Allah Teâlâ tarafından olağanüstü yollarla öğretildiği için İslâmî literatürde bu ilme, söz konusu ayetin lafzından hareketle “ledünnî ilim” denilmiştir.

        Bu manada peygamberlere vahyedilen ilimlerin tamamı ledünnî ilim olmakla birlikte, ayetteki anlatım tarzı ve hadislerdeki açıklamalar, Hızır’a öğretilmiş olan ilmin peygamberlere verilenden farklı ve bu manada özel bir ilim olduğunu gösterir. Buhari’nin naklettiği bir hadis-i şerifte, Hızır ile Musa arasında şöyle bir konuşma geçmiştir. “Hızır, Musa’ya, “Ey Mûsâ! Ben, Allah’ın bana öğrettiği bir ilme sahibim ki, sen onu bilemezsin. Sen de, Allah’ın sana öğrettiği bir ilme sahipsin ki, ben de onu bilemem” demiştir (Elmalılı Tefsiri). Hz. Musa’nın ilminden maksat, O’nun hükümleri bilmesi ve zahir ile fetva vermede yetkin olmasıdır. Hızır’ın ilmi ise, eşyanın bâtınını (iç yüzü) bilmektir. Bu ilme, “bâtın ilmi” veya “hakikat ilmi” de denir.

        Herkesin kendi şartlarıyla sınırlı olmak üzere elde edebileceği bir bilgi olduğu gibi, Allah’ın bizim tam bilemeyeceğimiz sebeplerle bir hibe olarak verdiği bilgi de vardır. Her şeyden önce peygamberlere verilen vahiy böyle bir bilgidir. Allah her şeyi bir sebeple yarattığına göre, bu verilen bilginin de sebepleri olmalıdır.

        “Ledün ilmi” ile “bâtın ilmi” yaklaşık aynı anlamdadır. TDV İslam Ansiklopedisi ledün ilmini, batın ilmi başlığı altında vermiştir. Allah’ın “Zahir” ve “Bâtın” isimleri olduğuna göre, bâtın ilmi de olmalıdır. Buna keşif ve ilham da denir. En başta Rasulüllah Efendimiz’in (s.a.s.), bizim bilmediğimiz daha pek çok şeyi bildiği bir gerçektir. Kuran-ı Kerim’deki “huruf-u mukatta, sadece O’nunla Allah arasındaki bir dilin şifreleridir. Kuran’ın bütününün “apaçık bir kitap” olması, o harflerin de anlamlarının açık olmasını gerektirir. Kitabın açıklığı insanların seviyesine göre olacağı için, söz konusu harfler düzeyindeki son beşer seviyesi de Rasulüllah’a ait olmalıdır. O’nun, “Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz; çok ağlar, az gülerdiniz” (Buhari) anlamındaki şerefli sözleri de böyle bir seviyeye işaret eder.

        Böyle bir ilim, yani ilm-i ledün, kime verilmiştir ya da niçin verilir? Bunu bilebilmemiz mümkün değildir. Çünkü biz, Allah’ın bildiklerini ve O’nun muradının ne olduğunu bilemeyiz. “Filan kimse ilm-i ledün sahibidir”, “falanın söyledikleri ilmi ledündendir” diyebilmemiz sadece bir hüsnü zandan ibaret kalır. Yüce Allah, peygamberlere vahyettiğini ve Hızır’a kendi katından (ledün) bilgi verdiğini bizzat kendisi söylüyor. Peki, filan ya da falan zatın bilgilerinin ilmi ledün olduğunun delili nedir?

        Kuran-ı Kerim’de anlatılan kıssalardan biri de,  gizem ve hikmetlerle dolu olan Hz. Musa ve Hızır kıssasıdır. Kıssaya göre Musa Peygamber, ilminden istifade edebilmek için, Hızır ile buluşmak üzere yollara düşer. Buluşma noktaları iki denizin birleştiği yerdir.    

        Kehf suresinin 60-82’inci ayetlerinde anlatılan bu kıssada geçen ve Hz. Musa’ya, gayb ilmi hakkında bilgi veren şahsın kimliğine dair Kuran’da bilgi verilmemiştir. Müfessirlerin çoğunluğu, bu şahsın Hızır olduğu görüşündedir. Hızır’ın, ledünnî ilme sahip olduğu şüphesiz olmakla birlikte, peygamber olup olmadığı kesin olarak bilinmemektedir. Surenin 82’inci ayetindeki, “Ben bunu kendiliğimden yapmadım” ifadesini dikkate alan âlimlerin çoğu, O’nun peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre veli bir kul, bazılarına göre de bir melektir. İhtilaflı konulardan biri de, Hızır’ın hâlen yaşayıp yaşamadığıdır.

        Rasulüllah’ın olayla ilgili tamamlayıcı bilgiler verdiği bir açıklama­sında bildirdiğine göre, bir gün Hz. Mûsâ İsrailoğullarına hitap ederken kendisine, “İnsanların en bilgini kimdir?” diye sorulur; o da “Allah bilir” demesi gerekirken “benim” diye cevap verir.

        Bunun üzerine yüce Allah ona, “İki denizin birleştiği yerde bir kulum var. O senden daha bilgindir” diye vahyeder. Hz. Mûsâ, “Rabbim, onu nasıl bulabilirim?” deyince de Allah, “Bir balık al, sepete koy; balığı nerede yitirirsen işte kulum oradadır” diye cevap verir.”

        Mûsâ, sahip olduğu ilimden kendisine de öğretmesi için onunla arkadaş olmak istediğini söyler. Kuran’ın adını bildirmediği bu kişi, içyüzüne vâkıf olamayacağı olaylar sebebiyle bu beraberliğe sabredemeyeceğini belirtir. Mûsâ’nın ısrar etmesi üzerine; meydana gelen olaylar hakkında açıklama yapmadıkça, kendisine soru sormaması şartıyla teklifi kabul eder. Mûsâ’nın bu şarta uyacağına dair söz vermesi üzerine, yolculuğa başlarlar.

        Bu zat, önce bindikleri gemiyi deler; arkasından, bir erkek çocuğu öldürür; daha sonra da uğradıkları bir kasabanın halkı kendilerini misafir etmediği halde, orada yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Bu üç olayın her birinde Mûsâ, arkadaşına davranışının sebebini sorar. Arkadaşı da, “Ben sana benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?” diye uyarıda bulunur. Mûsâ özür dileyip yolculuğa devam etmelerini ister. Sâlih kul, birinci ve ikinci olaylardan sonra Mûsâ’nın ricasını kabul ederse de, üçüncü olayda ayrılma vaktinin geldiğini söyler. Söz konusu hadiselerle ilgili olarak davranışlarının sebeplerini de anlatır ve bunları Allah’ın emriyle yaptığını da hatırlatır.

        Hz. Musa’nın sabredemediği olayların içyüzü, ilgili ayetlerde şöyle bildirilir: “O cevap verdi: “İşte bu, beraberliğimizin sona ermesidir. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim” dedi. Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu delerek kusurlu hale getirmek istedim. (Çünkü) onların gideceği yerde her (sağlam) gemiyi gasp etmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ana babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları sonunda azgınlık ve nankörlüğe düşürmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. Duvara gelince o, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara ait bir define vardı. Babaları iyi bir adamdı. Rabbin istedi ki, o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur” (Kehf 78-82).

        Hızır’ın, genç çocuğu öldürmesi, Allah’ın izniyle Azrail’in ruhları kabzetmesi gibidir. Allah emretmiş, Hızır da bu emri yerine getirmiş olabilir. Bu hikmetlerle dolu yolculuktan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları birtakım olayların, bazen bir görünen yüzünün, bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Buhari ve Müslim’in rivayetine göre Rasulüllah (s.a.s.), Hızır’ın ilmiyle ilgili olarak, gemi yolculuğu sırasındaki bir konuşmayı şöyle nakleder: “Bir serçe, denizden gagasıyla su alıp, gemiye konmuştu. Hızır, bunu Hz. Musa’ya göstererek şöyle dedi: “Allah’ın ilmi yanında, benim ve senin ilmin, şu serçenin denizden eksilttiği su kadar bir şeydir.”

       Hz. Musa ve Hızır arasında yaşanan bu olay, insanın dünya hayatında karşılaştığı ve özünü bilmediği işlerde, ilahi hikmetlerin nasıl tecelli edebileceğini göstermektedir. Her şeyden önce Allah’ın emir ve yasaklarına göre, hayatımızı sürdürmek ve kötülüklere karşı gerekli tedbirleri almak gerekir. Her türlü tedbiri almamıza rağmen, eylem ve irademiz dışında gelişen ve bize garip gelen olaylarla da karşılaşabiliriz. Böylesi durumlarda, kötülük olarak bilinen şeylere usulünce engel olmaya ve onları ortadan kaldırmaya çalışmak, kul olarak sorumluluğumuzun bir gereğidir. Ancak, bizi aşan ve bize hoş görünmeyen olaylar karşısında sükûnet içerisinde olmamız ve sabırlı davranmamız gerekir.

        Bize garip gelen olayların perde arkasını çoğu kez bilemeyiz. Tabiatta ortaya çıkan ve bize şer gibi görünen her olayda, mutlaka hayır hedeflenmiştir. Tabiatta bize vahşi görünen ve zararlı addettiğimiz, adını anarken bile bazı insanların korku ya da iğreti duyduğu hayvanatın, çevreye ve insanlara nice faydaları olabilir. Bu nedenle her türlü tedbiri almamıza rağmen, irademiz dışında meydana gelen ve bize kötü görünen olayları hayra yorup hayırlı neticeyi Allah’tan beklemek gerekir.

        Hızır’a öğretilen ilim, Hz. Musa’ya verilen ilimden farklıdır. Her ikisi de bilgilerini Allah’tan almalarına rağmen, Musa’nın ilmi, işlerin dış görünüşüyle ilgili; Hızır’ın ilmi ise, işlerin iç yüzüyle ilgilidir. Hz. Musa, peygamber olduğu için, bilgileri daha genel; Hızır’ın bilgisi daha özeldir.

        Hz. Musa, peygamber olmasına rağmen, ilim öğrenmek için, kendisinden farklı bilgiye sahip olan bir kişiye tevazulu bir şekilde bilgi edinmeye gitmektedir. Hz. Musa’nın, “Sana öğretilenden, bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” diyerek ondan istifade etmeye çalışması; bize, insanın hangi konumda olursa olsun öğrenmek için gayret göstermesi gerektiğini öğütlemektedir.   

       (Yararlanılan Kaynaklar: TDV Kur’an Yolu Tefsiri)  TDV İslam Ansiklopedisi, Prof. Dr. Faruk Beşer-Bu Gelen İlmi Ledün Sultanıdır, Sorularla İslamiyet-İlmi Ledün, Prof. Dr. Mehmet Okuyan-Ledün İlmi, DİYK Uzmanı Dr. Ahmet Gelişen-Musa ve Hızır, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1998)

           Hazırlayan: Bahtiyar Budak-Emekli Edebiyat Öğretmeni

En son Haberler