Diğer Haberler Son Dakika 

A’RAF EHLİ

          A‘râf; “sur, dağ ve tepenin en yüksek kısmı” manasındaki “urf” kelimesinin çoğuludur. Kuran-ı Kerim’de bir surenin adı da olan A‘râf; tercih edilen görüşe göre, cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek kısmının adıdır. A‘râf suresinin 46’ncı ayetinde “hicap” diye zikredilen perdenin, Hadid suresinin 13’üncü ayetinde “sur” olarak adlandırılması bu görüşü desteklemektedir.       

          Kıyamet hallerinin sonuncusu, ebedî saadet ve ebedî hüsran yeri olarak tanıtılan cennetle cehennemdir. Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde bu iki kavram karşılıklı olarak zikredilmekle birlikte; A’râf suresinde aynı adla anılan üçüncü bir mekândan da söz edilir. “İki taraf arasında bir perde ve A‘râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki bunlar, henüz cennete girmedikleri halde (girmeyi) uman cennet ehline, “Selâm size!” diye seslenirler. Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de, “Ey rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!” derler” (A’râf 46-47). 

          A’râf, cennetle cehennem arasındaki bir yerin adıdır. Ayetteki bilgilere göre a’râfta bulunacak olanların bir kısmı, iyileri de kötüleri de simalarından tanıyacak kadar yetkinlik sahibi kimselerdir. Bunlar, herkesin gözetlenip teşhis edilebileceği a’râf denilen yüksek yerde bir süre bekleyerek, iyileri ve kötüleri birbirinden ayırmakla görevlendirildikleri için orada bekleyeceklerdir. Cennet ehline esenlik dileyecekler ve başlarını cehennem ehline çevirince de, kendilerini onlarla birlikte bulundurmaması için Allah’a niyaz edeceklerdir.

          “A‘râf ehli, simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: “Ne topladığınız güç, ne de taslamakta olduğunuz büyüklük, size hiçbir yarar sağlamadı. Allah’ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?” (Cennet ehline de şöyle derler:) “Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz” (A’râf 48-49). Dünyanın bütün azgınları ve despotları, toplayıp biriktirdikleri servetlerinin ve emri altına aldıkları adamlarının çokluğundan cesaret alırlar. Bu iki gücün verdiği cüretle hem gerçeği kabul etmeyi kendilerine yediremezler, hem de insanları küçük görüp kibir ve azamet duygusunun esiri olurlar. A‘râftaki o güzide topluluk, bu gafillerin ebedî hayatlarını mahveden büyük yanılgılarını kendilerine hatırlatırken, onların küçümsediği müminlere de cenneti ve oradaki mutlu hayatı müjdelerler. (Kaynak: TDV Kuran Yolu Tefsiri)

          Araf ehlinin kimler olduğu konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunları dört grupta toplamak mümkündür: Birincisi, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminlerdir. Bunlar başlangıçta cennete veya cehenneme konulmayıp ikisi arasında bir müddet bekleyecek, sonra Allah’ın lütfuyla cennete girecek olan müminlerdir. Tefsir ve kelâm âlimlerinin çoğu bu görüşü benimsemişlerdir. İkincisi, ahirette müminlerle kâfirleri yüzlerinden tanıyacak olan meleklerdir. Üçüncüsü, cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şahadette bulunacak olan peygamberler, şehitler ve âlimler gibi yüksek şahsiyetlerdir. Bu görüşü benimseyenler arasında Hasan-ı Basri ve Fahreddin er-Razî de bulunmaktadır. Dördüncüsü, cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan belli kişilerdir. Bunlar da herhangi bir peygamberin tebliğini duymadan ölenler, müşriklerin bulûğ çağından önce ölen çocukları veya gayri meşru evlilikten doğan çocuklardan ibarettir. 

          Tefsirlerde söz konusu dört görüşün her biriyle ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktaysa da ayet, hadis ve sahabe sözleriyle teyit edilen birinci görüş, daha isabetli görünmektedir. Zira tartıları ağır gelenlerle hafif gelenlerin durumları ayetlerde açıkça ifade edildiği halde,  günahları sevaplarına eşit olanların akıbeti hakkında herhangi bir açıklama yapılmamış olması, bunların a’râf ehlini teşkil edeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. 

          Ayrıca Hz. Peygamber’den (s.a.s.) rivayet edilen ve günahı ile sevabı eşit olanların a‘râfta kalacaklarını bildiren hadis de, ilk görüşün doğruluğunu gösteren delillerden birini teşkil eder. Ayetlerde belirtildiği üzere, a‘râfta bulunanların, cennete girmeyi şiddetle arzu ettikleri halde oraya henüz girmeden cennetlikleri selâmlamaları; gözleri cehennem ehline çevrilince, “Rabbimiz, bizi bu zalimler zümresiyle beraber bulundurma!” diye dua etmeleri de bu görüşü doğrular mahiyettedir. (Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi)

          A’râftakilere, “a’râf” denmesinin sebebi, cennetlikleri ve cehennemlikleri amellerine göre tanımalarıdır. Hadis kaynaklı bazı rivayetlere göre, iyilikleri ve kötülükleri eşit olanların kötülükleri cennete girmelerine, iyilikleri de cehenneme girmelerini engellemiştir. Yine, üzerinde kul hakkı olduğu halde şehit olanların; şehit oluşları cehenneme girmelerine, üzerlerinde kul hakkı olması da cennete girmelerine engel olmuştur. Allah Teâlâ onlar hakkında hüküm verinceye kadar, orada tutulurlar. Bir rivayette, Hz. Peygamber (s.a.s.), a’râf ehli hakkında kendisine yöneltilen bir soru üzerine şu açıklamayı yapmıştır: “Cenâb-ı Hak kullarını ayırıp hesabı bitirdikten sonra, kalan kullarına da, “Sevaplarınız sizi cehennemden kurtardı; fakat cennete girdirmeye de yetmedi. Sizi rahmetimle cehennemden azat ediyorum. İstediğiniz cennete girin” buyuracaktır.” 

          Kıyamet sahnelerinden biri olarak Kuran’da tasvir edilen a’râf olayı; hayırla şer arasında kararsız davranan insanlara, tercihlerini hayır yönünde kullanmaları için yapılmış ilâhî bir uyarı kabul edilir. A’râf ve a’râf ehli hakkında yapılan farklı açıklamalar, ilgili ayetlerin yorumlarından ve bazı hadis rivayetlerinden kaynaklanmaktadır. Gerek ayet-i kerimelerde ve gerekse sahih hadislerde bunların kim oldukları net bir şekilde açıklanmamıştır. Bu nedenle işin esas mahiyetini ancak Allahü Teâlâ bilir.

          Bir şeye karar veremediğimizde, “araftayım” kelimesini kullanırız. Bu ifadeyi, özellikle maddi boşluklarımızdan çok manevi boşluklarımızda hissederiz. Bazen, yapmak istediğimiz şeyleri tam anlamıyla yapamamak bizi huzursuz eder. Kalbimiz temizdir, içimizde kötülüğün zerresi yoktur; ama yine de tam anlamıyla Rabbimize yönelemeyiz ve tümüyle kalbimizi O’na açamayız. Yaşımızın ilerlemesi mi, çevremizin baskısı mı, nefsimizin aldatmacası mı anlayamayız! İki arada bir derede kalmak. Yani ne o tarafa yakınlaşabilmek, ne de bu taraftan uzaklaşabilmek. Oysa tarafsız olmaktansa, taraf olmak her zaman iyidir. Ya beyaz ya siyahızdır, gri olmaya gerek yok. İnsan, ya helalin yanında olup cennet ehli olmak için çalışılır; ya da haramının yanında olup cehennem ehli olmak için çalışılır. Eğer insan, bunların hiçbirini yapamıyorsa, kendisi  bilir!

          (Yararlanılan Kaynaklar: TDV Kuran Yolu Tefsiri, TDV İslâm Ansiklopedisi)

           Hazırlayan: Bahtiyar Budak-Emekli Edebiyat Öğretmeni

En son Haberler