Kul Hakkı Ve Şahitlik
Üzerindeki kul hakkından kurtulmak isteyen, eğer hak sahibini biliyorsa, ona hakkını vererek helalleşmelidir. Sadece tövbe edilerek kul hakkından kurtulma imkânı yoktur. Sadece ‘’hakkını helal et’’ demekle de helalleşme olmaz. Karşı taraf “helal olsun” derken, neyi helal ettiğini bilmelidir. Cenaze törenlerindeki tek taraflı helalleşme de insanı kurtarmaz. Eğer dünyada herhangi bir şekilde helalleşme olmazsa, iş ahrete kalır.
Hiçbir bahane, gıybet ve dedikoduya meşruiyet kazandırmaz. Kâfirin dedikodusu bile haramdır. Manevi yönden, en büyük kul hakkı elbette gıybettir. Gıybeti yapılan kişiden helallik istenir, memnun etmeye çalışılır. Yine de hakkını helal etmezse; o zaman gıybeti kimlerin yanında yaptıysa, onların yanında o kişinin itibarını iade edici sözler söylenir ve onların aracı olması istenebilir. İftira attığı kişiden de özür dilemeli; ayrıca iftirayı duyanlara da gerçeği anlatmalıdır. (Kaynak: Mustafa ÖSELMİŞ – İlahiyatçı Yazar)
Hz. Peygamber (a.s.), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin, hak sahibi olan mazlumlardan helallik almalarını öğütlemiştir. Bunun yapılmaması durumunda; hesap gününde haksızlık yapan kişinin salih amellerinin, haksızlığı ölçüsünde alınarak hak sahibine verileceğini; eğer verilecek salih amel bulunamazsa, o zaman da mazlumun günahlarının zalime yükleneceğini (Buhari) bildirmiştir. Yine Peygamberimiz, imkânı olduğu halde, zamanı gelmiş bir borcu ödemeyenlerin de kul hakkını girdiğini vurgulamıştır (Buhari).
Görüldüğü üzere kul hakkı, kişinin cennet ya da cehenneme gidişinde önemli ölçüde belirleyicidir. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın, çok ağır bir vebali vardır. Çünkü böyle bir günahın Allah tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. Hak sahibi, hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, Allah kul hakkı yiyeni affetmemektedir. Çünkü ilâhî adalet, bunu gerektirir. Gasp, hırsızlık veya izinsiz alma gibi yollarla elde edilen haram para veya mal, sahipleri biliniyor ise kendilerine yahut mirasçılarına; bilinmiyor ise fakirlere veya hayır kurumlarına onların namına sadaka olarak verilmelidir. Ayrıca, yapılan bu kusurlardan dolayı da Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir.
Gıybet, iftira gibi hak ihlallerinde, sahibine durumu anlatıp onunla helalleşmek en doğru yoldur. Ama bunu yapmak her zaman mümkün olmadığından ya da insanlar bundan çekindiklerinden; kendi adına tövbe edip hak sahibi namına da istiğfar etmek, dua etmek, hayır hasenat yaparak sevabını ona bağışlamak, bu tür hak ihlallerine kefaret olur. (Kaynak: Din İşleri Yüksek Kurulu)
Âlimler, işlenen günahların tövbeden sonra amel defterinden silinmesi için, tövbekârın bazı telâfilere girişmesinin gerektiğini belirtirler. Günahlar kul hakkıyla ilgili olmayıp sadece ilâhî haktan ibaretse ve bunların içinde kazası mümkün farz ibadetler varsa, kaza edilmelidir. Kul hakkına yönelik olanlarda ise, Hz. Peygamber’in şu talimatı esas alınır: “Müslüman kardeşinin malına veya şeref ve namusuna yönelik günah işleyen kimse, altın ve gümüşün bulunmadığı gün gelmeden önce ondan helâllik dilesin. O gün, dünyada kötülük yapan kimsenin sevapları varsa, haksızlığı kadar alınıp mağdura verilir; yoksa onun günahından alınıp berikine yüklenir” (Buhari, Müsned).
Kul hakkı konusunda, maddî veya manevî bir zarara yol açılmışsa o tazmin edilir. İşlenen kötülük kişinin haysiyet ve şerefine yönelik olup kendisinin haberi yoksa tercih edilen görüşe göre; bunları bildirip o kişiyi üzmek yerine, genel anlamda özür dileyerek bağışlanma istenir. Ancak kişinin gıyabında yapılan onur kırıcı konuşmaların aksinin aynı mecliste söylenip telâfi yoluna gidilmesinin gerekli olduğu şüphesizdir. (Kaynak: Sorularla İslamiyet).
Kuran’ın açık ifadesine göre Allah, dilerse bütün günahları affeder, bağışlar. Zaten her günah ya Allah hakkına, ya kul hakkına veya her ikisine tecavüzdür. Allah kendi hakkını dilerse bağışlayacağı gibi; yine dilerse, kul hakkını da bağışlar. Hakkına tecavüz edilmiş olan kula öyle ikramlarda bulunur ki, o kul; kendisine saldıranı bağışlar, ona hakkını helâl eder, Allah da bağışlar. Kulun hakkını alması, onu memnun etmek için değil mi? Kul memnun olduktan sonra sorun kalmaz. Maneviyat, ahiret işleri bizim değerlendirmemize göre olmaz ve ahiret mahkemesi de dünya mahkemesine benzemez.
Kulun affa uğraması için tüm benliğiyle Allah’a yönelmesi, hatalarına gönülden pişman olup Allah’tan af dilemesi ve mümkünse gasp ettiği haklan, hak sahiplerine geri vermesi gerekir. Bu mümkün değilse, Allah’tan af diler. Allah dilerse onu bağışlar, ahirette cezalandırmaz. Ama haksızlığa uğramış olan kulunu da memnun eder. (Kaynak: Prof. Dr. Süleyman ATEŞ – Diyanet İşleri Eski Başkanı)
CENAZEDE ŞAHİTLİK VE HELALLİK
Ölen kimsenin, iyi bir insan olduğuna Müslümanların şahitlik etmesine tezkiye denir. Her Müslüman, öldüğünde hakkında güzel şehadette bulunulacak bir hayat yaşamaya gayret etmelidir. Bununla birlikte ölünün, tanıyanlarının güzel şehadetlerinden yararlanacağı umulur. Hz. Peygamber (a.s.), bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bir Müslüman öldüğünde yakın komşularından dört hane halkı, kendisi içi; “Bu adam hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz” diye şehadet ettiklerinde, Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey müminler! Sizin bildiğinizi, bu ölü hakkındaki şehadetinizi kabul ettim, sizin bilmediğiniz kusurlarını da ben affettim” (Müsned). Tezkiye için cenaze namazından önce veya sonra, “Bu kişiyi nasıl bilirsiniz?” şeklindeki soruya, iyi olarak bilinen kişiler için “İyi biliriz” diye şahitlik etmek, kötü olarak bilinen kişiler için susmak, tanınmayan kimseler için ise, “Allah rahmet eylesin” demek uygun olur. Zira Hz. Peygamber (a.s.), “Ölülerinizi iyilikleriyle anınız, kötülüklerinden bahsetmeyiniz” buyurmuştur (Ebu Davud, Tirmizi). (Kaynak: Din İşleri Yüksek Kurulu)
Müminin, mümin hakkındaki şahitliği, mahşer günü için de önemli bir belgedir. Bu nedenle tezkiyede, “ölüyü nasıl bilirdiniz?” sorusu sorulduğunda, gerçeğe aykırı beyanda bulunmak, bir Müslümanın en önemli vasfı olan güvenilirliğini tehlikeye sokabilir. Bu nedenle güvenilirlik sınırlarını bozmadan güzel ve iyi yönüyle şahitlik etmek gerekir.
Şahitliğin, ölen kişi için önemli bir sertifika olduğu şu hadisle de vurgulanmıştır. Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasulüllah’ın (a.s.) yanından bir cenaze geçti. Oradakiler, cenazeyi hayırla yâd ettiler. Hz. Peygamber, “Vacip oldu!” buyurdular. Sonra bir cenaze daha geçti. Bunu kötü sözlerle yâd ettiler. Rasulüllah yine, “Vâcip oldu!” buyurdular. Hz. Ömer (r.a.): “Ya Rasulüllah! Her iki cenazeye de vacip oldu buyurdunuz. Vacip olan nedir?” diye sordu. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Öncekini hayırla yâd ettiniz, ona cennet vacip oldu; ikincisini kötülükle yâd ettiniz, ona da cehennem vacip oldu. Sizler Allah’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz!” (Buhari). (Kaynak: Diyanet Haber).
Cenaze namazında imamın cemaate “Hakkınızı helal ediyor musunuz?” diyerek sorması sünnettir. Bu soru, merhumdan hakkı olanların hakkını alması ve ölenin ahirete temiz bir şekilde kul hakkı olmadan gitmesi için sorulur. Eğer bir insan ölmeden önce hakkı olduğu kişiden veya öldükten sonra varislerinden hakkını istemiş ve alamamışsa; cenaze namazında hakkını helal etmeyebilir. (Yard. Doç. Dr. Hayrettin ÖZTÜRK – Samsun Müftüsü).
Kimi zaman gururumuz, kimi zaman muhatabımızın hakkını helâl etmeyeceği korkusu, kimi zaman da durumu daha da kötü hale getireceği endişesi, helâllik isteme düşüncemizi ertelememize sebep oluyor. Rabbimizin, kul hakkını affetmediğini unutup gaflet içinde yaşıyor; çoğu zaman hakka girdiğimizin farkında bile olmuyoruz. Ne kadar hassas yaşarsak yaşayalım, helâlleşmeyi kabir kapısına bırakmak büyük risktir.
Kul hakkını, sadece başkasının malını çalmak veya gasp etmek olarak algılamak yanlıştır. Öyle ki manevi kul haklarının hesabı daha ağırdır. Meselâ öğrencisini yetiştirmek hususunda ihmalkâr davranan bir öğretmen, onun enerjisini ve zamanını zayi edip bir insan israfına sebep olduğu için üzerine kul hakkı almış olur. Kişinin vefat etmeden önce, her ne şekilde olursa olsun, gıybetini ettiği, kötülük yaptığı veya herhangi bir şekilde hakkına girdiği herkese ulaşıp helâllik istemesinin önemi büyüktür. Unutmamak gerekir ki, Hz. Peygamber (a.s.), helalleşmeyi sağlığında yapmıştır.
Cenaze namazında, cemaatin haklarını helal etmesi, güzel bir gelenektir. Zaten cemaatin bir kısmı da belki cenazeyi tanımaz ve onun üzerinde bir hakka da sahip değildir. Asıl cenaze üzerinde hakkı olanların haklarını lafla değil, gönülden helal etmeleri gerekir. Gönülden hakkını helal etmedikten sonra, kendini mecbur hissedip lafla “helal ettim” demek hiçbir anlam ifade etmez. Aslında bu şekildeki hak helal ettirme merasimleri, Hz. Peygamberin bir uygulaması değildir. Önemli olan insanların ölen kişiye dua etmeleri, af ve mağfiretini dilemeleridir. Zaten cenaze namazının esprisi de budur. (Prof. Dr. Süleyman ATEŞ)
Halk arasında, kul hakkından kurtulmak için kılınan kul hakkı namazından bahsedilir. İslam dininde ibadetler, Allah ve Rasûlü tarafından belirlenmiştir. Kuran’da ve sünnette “kul hakkı namazı” diye bir namazdan söz edilmemiştir. Kişinin kul hakkından kurtulmasının yolu, hak sahibine hakkını vermesi ve onunla helalleşmesidir. Yaptığı zulüm için de Allah’a tövbe etmelidir. Tevbe etmeden önce iki rekât namaz kılınması menduptur. (Kaynak: Din İşleri Yüksek Kurulu)
Bahtiyar Budak
EmekliEdebiyat Öğretmeni