İMAN VE AMEL
İman, Allah’tan alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda peygamberleri tasdik etmek ve onlara inanmaktır. Bu inanca sahip bulunan kimseye “mümin”, inancının gereğini tam bir teslimiyetle yerine getiren kişiye de “müslim” veya Farsça çoğulu olan “Müslüman” denir. “El-Mümin”, aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden biridir ve Esma-i Hüsna’da “Güven veren, vaadine güvenilen, gönlünü açanlara iman veren, korkudan emin kılan” anlamındadır.
Mümin bir kimse, herhangi bir sebeple ibadet görevini yapmaz ve haram olan şeylerden sakınmazsa, imanını yitirmiş olmaz. Çünkü iman ile amel, birbirinden ayrı şeylerdir. Başka bir ifade ile amel, imandan bir parça değildir. Bunu bir örnekle açıklayalım: Günde beş vakit namaz kılmak, müminlere farzdır, yani Allah’ın emridir. Namazın farz olduğuna inandığı hâlde, tembelliği yüzünden onu kılmayan kimse dinden çıkmış olmaz. Ancak, Allah’ın emrine uymadığı için günahkâr olur. Amel, imanın bir parçası değildir ama aralarında sıkı bir ilişki vardır. Kâmil mümin olabilmek için, iman ile birlikte ibadet etmek ve güzel ahlaka sahip olmak da gerekir.
Hiç şüphe yok ki ibadet, imanın bir göstergesidir. Sadece, “inandım” demek yeterli değildir. Kalpteki iman ışığının sönmemesi için ibadet gereklidir. Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmak, imanı kuvvetlendirir. İbadet görevini yapmayan kimsenin kalbindeki iman yavaş yavaş zayıflar ve Allah korusun, günün birinde sönebilir.
İmanın aslî unsuru kalbin tasdiki olmakla birlikte, kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemez. Bu nedenle kalpte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi gerekir. Kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah bilir. Bir kimsenin iman ettiği, ya kendisinin söylemesiyle veya mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse mümin olarak tanınır ve Müslüman muamelesi görür: Müslüman bir kadınla evlenebilir, kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yükümlü tutulur; ölünce de cenaze namazı kılınır, Müslüman mezarlığına defnedilir.
İman, inanılacak hususlar açısından “icmali” ve “tafsili” iman olmak üzere ikiye ayrılır. İcmali iman, inanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve en kısa şekli olan icmali iman, tevhit ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir. İmanın ilk derecesi ve İslâm’ın ilk temel direği budur. Gerçekte Allah’ı Rab, Hz. Muhammed’i O’nun peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimiz’in getirdiği dini de toptan kabullenmiş demektir. İnanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı bu imana icmali (toptan) iman denmektedir. Mümin sayılabilmek için, icmali iman yeterli olmakla birlikte, İslâm’ın diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan şeyleri kişinin öğrenmesi zorunludur.
Tafsili iman ise, inanılacak şeylerin her birine, açık ve geniş şekilde, ayrıntılı olarak inanmaktır. Tafsili imanın üç derecesi vardır: Allah’a, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın peygamberi olduğuna ve ahiret gününe kesin olarak inanmak birinci derecesidir. Bu, icmali imana göre daha geniştir. Çünkü burada ahirete iman da yer almaktadır. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere ve öldükten sonra tekrar dirilmeye ayrı ayrı inanmak da ikinci derecesidir. Tafsili imanın bu ikinci derecesi, amentüde ifade edilen prensiplerdir.
Tafsili imanın üçüncü derecesi ise; Hz. Muhammed’in Allah katından getirdiği, bize kadar da tevatür (güvenilir kimselerin bildirdiği haber) yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir. Allah ve Rasulü’nün bildirdiği ve emir buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır. Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları öğrenip yürekten tasdik etmektir.
Müslüman olmayan bir kimse, icmali iman ile İslâm’a girmiş olur. Bu iman üzere ölürse, neticede cennete girebilir. Fakat tafsili iman ile Müslümanın imanı yücelir, olgunlaşır, sağlam temeller üzerine oturur. Bir insanın, Allah’ı ve O’ndan geleni gönülden tasdik ettikten sonra, Hz. Peygamber’in açıkladığı buyruk ve yasakları bütünüyle farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi ve uygulaması gerekir.
İman, niteliği açısından da “taklidi” ve “tahkiki” olarak ikiye ayrılır: Taklidi iman, kişinin delillere dayanmaksızın, ana-babadan veya çevresindeki insanlardan görerek ve öğrenerek iman etmesine denir. Bir nevi kişinin İslam toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu olarak oluşan imandır. İslam ulemasının çoğu, bu tür bir imanın geçerli olduğu görüşündedir. Ancak, imanını akli ve dini delillerle güçlendirmediği için sorumludur. Zira taklidi iman, inkârcı ve sapık kimselerin ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir.
Tahkiki iman ise; delillere, bilgiye ve araştırmaya dayalı olan imandır. Taklidi imana göre daha şuurlu bir imandır. Kişi elde ettiği bu delillerle ileri sürülecek şüphe uyandırıcı, birtakım sapık düşüncelere karşı koyabilir. Bu sebeple imanı, akli ve dini delillerle güçlendirerek, “taklit” seviyesinden, “tahkik” seviyesine çıkarmak gerekir. Her Müslümanın tahkiki imana sahip olması; neye, niçin ve nasıl inandığının şuurunda olması gerekir.
Bütün dinî esasları kalpten benimsemiş ama çeşitli sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır. Kuran-ı Kerim’de “İman edenler ve salih amel işleyenler…” diye başlayan pek çok ayet (Bakara 277, Yunus 9, Hûd 23, Asr 3) vardır. Bu ayetlerde iman edenlerle salih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Eğer amel, imanın bir parçası olsaydı, “iman edenler” denildikten sonra bir de “salih amel işleyenler” denmesine gerek olmazdı.
İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini ahirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için bazı şartları taşıması gerekir. İmanın hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı ve tehdit altında olmaması veya dünya hayatından ümit kesme durumundan önce gerçekleşmiş olması gerekir. Çünkü mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde uğrayacağı azabı fark edip “iman ettim” demesi halinde, onun bu imanı geçerli olmaz. Bu konudaki bir ayet-i kerimede; “Ama azabımızı gördüklerinde artık inanmaları kendilerine fayda vermeyecektir; Allah’ın, kulları hakkında öteden beri uygulanan yasası böyledir. İşte o zaman artık inkârcılar hüsrana uğramışlardır” (Mümin 85) buyrulmaktadır.
Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalı; Allah’ın rahmetinden ne ümitsiz, ne de emin olmalıdır. Yani, korku ile ümit (havf ve recâ) arasında bulunmalıdır. “Nasıl olsa imanım var, o halde muhakkak cennete giderim” düşüncesiyle kendinden emin olması (Araf 99) veya “Çok günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim” diye Allah’ın rahmetinden ümit kesmesi (Yusuf 87) gibi davranışlar, imanını kaybetmesine sebep olabilir.
(Yararlanılan Kaynaklar: TDV İslam Ansiklopedisi, TDV İslam İlmihali, TDV Kuran Yolu Tefsiri, İsa Erdoğan-İslam’da Bilgi Kaynakları)
Hazırlayan: Bahtiyar Budak-Emekli Edebiyat Öğretmeni