Diğer Haberler Makaleler 

BUNLARI BİLMEKTE FAYDA VAR

A) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Çok Eşliliği

Rasûlüllah’ın (s.a.s.) yaşadığı dönemde çok evlilik olağan bir durumdu. Bununla beraber Resul-i Ekrem’in Mekke dönemi boyunca tek eşi olmuştur. Medine devrinde birden fazla hanımla evlenmesinin çeşitli sebepleri vardır. Kabileler arasında bozulan ilişkileri evlilik bağı yoluyla düzeltmek, savaşlarda mağlûp edilen düşmanların kızlarıyla evlenip onların İslâm’a girişini kolaylaştırmak, böylece devletin konumunu güçlendirmek, korumasız kalan hanımları himaye etmek, birtakım dinî hükümleri onlar vasıtasıyla göstermek bunlar arasında sayılabilecek hususlardır. Çok evliliğe sınırlama getirip aynı anda en çok dört kadınla evliliğe izin veren ayet nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber dörtten fazla hanımla evliydi. Kuran’da yalnız ona has bir durum olarak bu evliliklerinin devamına izin verilmiş, ancak yeni bir evlilik yapmasına müsaade edilmemiştir. (bk. Ahzâb 50, 52) Müminlerin anneleri konumundaki eşlerinin, boşandıkları takdirde başkaları ile evlenmeleri Kuran hükmüyle yasaklanmıştır.

Müminlerin annelerine has hükümler söz konusudur. Kuran-ı Kerim’de onların, diğer kadınlardan farklı olduğu belirtilerek (Ahzâb 32), bu konumlarına uygun davranmaları emredilmiş; günahlarına ve sevaplarına iki kat karşılık verileceği bildirilmiştir. (bk. Ahzâb 30-31) Ayrıca vakarlarını korumaları, gerekmedikçe sokağa çıkmamaları, Cahiliye dönemindeki kadınlar gibi sokakta serbest hareket etmemeleri istenmiştir. Bütün mümin kadınlara olduğu gibi onlara da örtünme emredilmiş, bundan başka yabancı erkeklere hiç görünmemeleri gerektiği de bildirilmiştir. “Tahyîr” (bir işi yapıp yapmamakta serbest bırakılmak) ayetiyle, dünya hayatının nimetleri ve Hz. Peygamber arasında bir tercih yapmaları istenmiş, neticede hepsi onun yanında kalmayı tercih etmişlerdir. (bk. Ahzâb 28-29) Resul-i Ekrem’in hanımlarının evlerine izinsiz girilmesi yasaklanmış, kendilerine ancak perde arkasından soru sorulmasına izin verilmiştir. (bk. Ahzâb 53)

Rasûlüllah’ın eşlerinin özellikle dinin tebliğinde ve Müslüman kadınların eğitiminde büyük hizmetleri olmuştur. Aile içindeki özel hayat ve kadınlara mahsus durumlarla ilgili sünnetlerin çoğu Hz. Peygamberin hanımları vasıtasıyla ümmete intikal etmiştir. Yaş, huy ve mizaç, kabiliyet ve kültür yönünden birbirinden farklı kadınların aynı çatı altında bir araya gelmesi, çeşitli ailevî hadiselerin doğmasına yol açmış; böylece zengin bir sünnet birikiminin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Birden fazla hanımının bulunması Resul-i Ekrem hakkında daha geniş bilgi edinme imkânı sağlamış, bunların farklı tarihlerde vefat etmesi aile hayatıyla ilgili sünnetlerin aktarma süresinin uzamasına imkân vermiştir.

Müminlerin anneleri, her biri kendine mahsus faziletlerle öne çıkmıştır. Bunların içinde en faziletlisinin hangisi olduğu tartışma konusu edilmiş, Hatice ile Ayşe bu hususta diğerlerinden daha üstün kabul edilmiştir. İkisinin birbirine üstünlüğünden bahsetmek yerine; Hz. Hatice’nin İslâm’ın ilk günlerindeki büyük hizmetlerine, Hz. Ayşe’nin de Rasûlüllah’ın vefatından sonra dinin öğretilmesi ve tebliği alanındaki faaliyetlerine işaret edilmiştir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin kızları da faziletlerinden dolayı ve İslâmî edep gereği müminlerin annesi olarak anılmalarına rağmen, peygamber hanımlarıyla aynı fıkhî hükümlere tâbi değillerdir. (Kaynak: İslam Ansiklopedisi -Ümmehâtü’l Müminin)

B) Zuhr-i Âhir Namazı

Son öğle namazı anlamına gelen zuhr-i âhir namazı, bir kısım İslâm bilginleri tarafından, cuma namazının sahih olmaması ihtimaline binaen, ihtiyaten kılınması öngörülen o günkü öğle namazıdır. Sıhhat şartlarındaki ihtilaf sebebiyle cuma namazının geçerli olmaması ihtimalinden hareketle zuhr-i ahir namazının kılınmasının gerektiğini ileri sürenler olduğu gibi, buna karşı çıkanlar da olmuştur.

Zuhr-i ahir namazının gerekliliğini ileri sürenlerin hareket noktası, bir yerleşim biriminde birden fazla camide cuma namazının sahih olmaması ihtimalidir. Bu görüşe göre, bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yerleşim yerinde sadece bir yerde cuma namazı kılınır. İhtiyaç yokken, birden fazla yerde kılınması halinde, namaza ilk başlayanların cuma namazları sahih olur, diğerlerininki olmaz.
Bu durumda diğerlerinin öğle namazını kılmaları gerekir. Cuma namazını hangisinin önce kılındığının tespit edilememesi durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle namazını kılmaları bir çözüm olarak öngörülmüştür. Bu görüşlerini de, cuma namazının toplanmak ve hutbe irat etmek için meşru kılındığı gerekçesine ve Hz. Peygamber ve dört halife döneminde tek bir yerde cuma kılındığına dayandırmaktadırlar.

Zuhr-i ahir namazının kılınmasına karşı çıkanlar, şüpheyle yapılan ibadetin geçerli olmayacağı düşüncesinden hareketle, bu namazın kılınmaması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlara göre, şüpheyle ibadet makbul değildir. Bu itibarla, “belki cuma namazı sahih olmamıştır” diye zuhr-i ahir kılmak doğru olmaz. Ayrıca zuhr-i ahir kılınması gerektiğini ileri sürmek, halkın gözünde, cuma namazının farz olmayıp, öğle namazının farz olduğu ya da bir vakitte ikisinin de farz olduğu zannını uyandırır. Bir kısım âlimler ise, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiîn döneminde böyle bir namaz bulunmadığından hareketle, zuhr-i ahir kılmayı bidat kabul etmişlerdir.

Zuhr-i ahirle ilgili olarak tarafların ileri sürdükleri görüşlerin delilleri göz önünde bulundurulduğunda, bu namazı kılmanın gerekli olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber zamanında cuma namazının sadece bir yerde kılınmış olması, bir yerleşim biriminde birden fazla yerde cuma namazı kılınamayacağı anlamına gelmez. Zira o dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu değildi. Ayrıca yeni inen ayetleri Hz. Peygamber’in ağzından işitme iştiyakı içinde bulunan sahabenin, başka bir yerde cuma namazı kılmalarını
düşünmek mümkün değildir.

Bir yerleşim biriminde, bir yerde cuma namazı kılınmaması sebebiyle cumanın sahih olmayacağını söyleyen müçtehitlerin tamamı; ihtiyaç halinde birden fazla yerde cumanın kılınabileceğini kabul etmişlerdir. İmam Şafiî Bağdat’a gittiğinde birden fazla yerde cuma namazı kılındığını gördüğü halde, buna karşı çıkmamıştır. Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerleşim biriminde tek camide cuma namazı kılınması mümkün olmadığından birden fazla yerde cuma namazı kılınması kaçınılmaz olmuştur.

Cuma namazının kabul olunacağına inanarak kılınması ve bunda şüpheye düşülmemesi gerekir. Cuma namazının farz olduğunu ifade eden ayet ve hadislere karşı, birden fazla yerde kılınmasının caiz olmayacağı konusunda bir delil bulunmamaktadır. (Kaynak: Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları – Yıl 2002, Karar No: 50)

C) Sünnete Uygun Gusül Abdesti Nasıl Alınır?

Gusül; cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmî kirlilik hâllerinden kurtulmak için yapılması gereken dinî temizlik demektir. Kuran-ı Kerim’de, “Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın)” (Nisâ 43, Maide 6) buyurulmaktadır. Hz. Peygamberin (s.a.s.) sünnetinde de, ihtilam olma veya cinsel ilişki sonucu cünüplük hâlinde veya hayız ve nifas sonrasında gusletmek emredilmiştir. (Buhari, Müslim, Ebu Davud)

Gusül abdesti ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak, burna su çekmek ve bütün vücudu hiç kuru yer bırakmayacak şekilde yıkamak suretiyle yapılır. Burada sayılan işlemler Hanefîlere göre guslün farzlarıdır. Birinin eksik bırakılması hâlinde gusül geçersiz olur. Guslün bu farzlarından başka bir de sünnetleri vardır.

Sünnetleri de yerine getirilerek gusül şöyle yapılır: Gusletmek isteyen kimse niyet ederek besmele çeker. Ellerini yıkar, vücudunda bir necaset (maddî kirlilik) varsa onu temizler, avret yerlerini yıkar. Sonra sağ eli ile üç defa ağzına su vererek iyice çalkalar, daha sonra üç defa burnuna su çekerek temizler ve namaz abdesti gibi abdestini tamamlar. Sonra da vücudunun her tarafını iyice yıkar. Guslettiği yerde su birikiyorsa, son olarak ayaklarını yıkayıp guslünü tamamlar. (Kaynak: Din İşleri Yüksek Kurulu)

D) Kul Hakkı Yemenin Hükmü

Hz. Peygamber (s.a.s.), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin, hak sahibi olan mazlumlardan helallik almalarını öğütlemiştir. Bunun yapılmaması durumunda hesap gününde haksızlık yapan kişinin salih amellerinin, haksızlığı ölçüsünde alınarak hak sahibine verileceğini; eğer verilecek salih amel bulunamazsa o zaman da mazlumun günahlarının zalime yükleneceğini belirtir. (Buhari) Yine Peygamber, imkânı olduğu hâlde zamanı gelmiş bir borcu ödemeyenlerin kul hakkını ihlal ettiğini şöyle ifade eder: “Ödeme gücü olan zengin kişinin, ödemeyi ertelemesi zulümdür.” (Buhari)

Görüldüğü üzere kul hakkı, kişinin cennet ya da cehenneme gidişinde önemli ölçüde belirleyici bir rol oynamaktadır. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın, çok ağır bir vebali vardır. Çünkü böyle bir günahın Allah tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. Hak sahibi, hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, Allah kul hakkı yiyenin bu günahını affetmemektedir. Çünkü ilâhî adalet, bunu gerektirir.

Veda hutbesinde Hz. Peygamber, “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır,” (Buhari) buyurmuştur. Buna göre, gasp, hırsızlık veya izinsiz alma gibi yollarla elde edilen haram para veya mal; sahipleri biliniyorsa kendilerine yahut mirasçılarına, bilinmiyorsa fakirlere veya hayır kurumlarına onların namına sadaka olarak verilmelidir. Ayrıca, yapılan bu kusurlardan dolayı da Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir. Mal ya da darp gibi şeylerle ilgili olmayan gıybet, bühtan gibi hak ihlallerinde en doğrusu, hak sahibine durumu anlatıp helalleşmek olmakla beraber, her zaman bu şartı yerine getirmek mümkün olmayabilir. Ya da insanlar bundan çekindiklerinden, kendi adına tövbe edip hak sahibi namına da istiğfar etmek, dua etmek ya da hayır hasenat yaparak sevabını ona bağışlamak, bu tür hak ihlallerine kefaret olur.(Kaynak: Din İşleri Yüksek Kurulu)

Derleyen: Bahtiyar Budak-Emekli Edebiyat Öğretmeni

En son Haberler